Alper Şirvan

Bilgisayar programcısı ve şair Alper Şirvan ile engelli yaşam üzerine...

- Öncelikle bize engelli olmanızın çocukluğunuza ve takip eden eğitim sürecinize nasıl yansıdığını anlatabilir misiniz? Çocukluğumun önemli bir kısmını Turgutlu’da babaanne ve dedemin yanında geçirdim, o günlerin gerek siyasî, gerekse sosyal olumsuzluklarından dolayı ilkokula devam etmem mümkün olmadı. Dedem, çok aydın bir insandı, ailem asla bana “farklı” davranmadı. Belki de bu sebeple ben hep “engelsiz” bir insan mentalitesi ile yaşadım ve yaşıyorum. İlkokul öğretmeni olan annem, evde müfredatı takip ettirdi bana... İlkokul 5 seviyesine geldiğimde bu okul meselesini danıştığımız o dönemde devam ettiğim İstanbul Küçük Çamlıca’daki Erol Sabancı Spastik Çocuklar Derneği’ndeki Uzmanlar, yaptıkları seviye tespitinde bende o anki yaşımdan 4 yaş gibi bir fazlalık görünce okumamın, tahsilime devam etmemin önemine işaret edip yol gösterdiler, sanırım bizim de duymak istediğimiz buydu. Önce o zamanlar sadece İstanbul’daki bir atölyede siparişle üretilen bir itmeli tekerlekli sandalye ısmarladık. Sene 1984... Düşünebiliyor musunuz, o zamanlar koca Türkiye’de bir yerde ve siparişle yapılan, itmeli (akülü bile değil) bir araç... Milli Eğitim beni özel imtihana tabi tuttu, imtihan sonucu “ilkokuldan mezun olabilir” neticesi çıkmasına rağmen, ben ilkokul ortamını ve bir öğretmen görebilmek için okumak istedim. Annemin görev yaptığı okulun, o zamanki evimize yakın olması sebebi ile gidip gelmede sorun yaşamadım fazla... Okulun girişindeki merdivenleri saymazsak tabi... Öğretmenim Yıldız Coşkun’un doğum iznine ayrılması sebebi ile Demet Tanır, aynı yılda ikinci öğretmenim olmuştu. Ortaokul için uzak mesafedeki babamın görev yaptığı Muradiye Ortaokuluna devam etmem gerekiyordu, ulaşım problemi malum tabi... O sene okula gidemedim bu sebeple... Ertesi sene harç borç bir Murat 124 otomobil aldık, okula babamla beraber gidip geldik. Orada ilk katta sınıf olmadığı için 3 yıl yine merdiven tırmandık... Takdir belgesiz karnem olmadı ortaokulda... Liseye geçince babam da tayinini Süleyman Çelebi Lisesi’ne yaptırdı. Orada da her ne kadar “Lise 1’ler hiç birinci katta olur mu?” diyen “anlayış özürlü” bir müdür yardımcısı ile karşılaşsak da müdür bey vasıtası ile bu engeli aşıp 3 yıl boyunca aynı sınıfta okudum. Birinci kat dendiğine bakmayın; yine merdivenle çıkılıyor. Hatta, benim vesilemle müdürümüz Ahmet Kuru tuvaletlere klozet koydurmuştu. Üniversitede çok şanslıydım; zira kampüs tek katlı barakalardan oluşuyordu. Akülü arabam geldiğinde sınıfa girişteki iki basamak problem olmuştu. Bunu yönetime bildirdik, bir günde rampamı hazır ediverdiler. Eğitiminizi tamamladıktan sonra ülkemizdeki engellilerin karşılaştığı sorunlarla karşılaştığınız muhakkak.Bu dönemi nasıl geçirdiniz? Üniversitedeyken hocalarımız, “Ülkemizde işsizlik malum, fakat bu sahadaki ihtiyacın fazlalığı sebebi ile sizler mutlaka iş bulacaksınız.” derlerdi. Nitekim, hemen bütün sınıf arkadaşlarım, iyi kötü iş buldu, fakat ben okuldan derece ile mezun olmama rağmen işyerlerinin mimarî yetersizliklerinden dolayı, 2,5 yıl işe giremedim. Bir iş yerine gidiyorsunuz, adamlar yaptıklarınıza bakıyor, beğeniyor hatta şaşırıyorlar. Bir bakıyorsunuz; çalışılacak mekâna, ancak merdivenlerle ulaşıyorsunuz; hadi ulaştınız diyelim; tekerlekli sandalye ile hareketiniz mümkün değil, uygun tuvalet zaten yok. Ben yine de boş durmadım; kendimi mesleki anlamda geliştirdim. Windows95’in bir işletim sistemi olarak ortaya çıkması neticesinde windows programları yazmak adına Delphi programlama dilini öğrenmeye başladım, sergi açıp sesimi kamuoyuna duyurabilirim düşüncesiyle şiirlerimi resimlemeyi düşünüp bunu uygulamaya döktüm. Şiirle olan birlikteliğiniz çocukluğunuza dayanıyor.Bu konudaki çalışmalarınızın ne zamandan ve hangi olaydan sonra sizi anlatır bir özellik haline geldiğini düşünüyorsunuz? Gerek amcam Fuat Şirvan, gerekse babamın oluşturdukları bir sanat ortamında yetiştim ben... Türk Sanat Musıkisi başta olmak üzere müzik, edebiyat, resim hayatımın bir parçası oldu ben kendimi bildim bileli... Şiire olan ilgim, daha çocuk sayılabilecek bir yaşta, şiirin ahengine vurulup şairliğimi keşfetmemle başlayıp o gün bugündür devam etse de, 1990’lardan sonra mecraını buldu sanıyorum. Bunların yanısıra şiirin, insanın kendi içine doğru yaptığı en büyük yolculukta önemli bir ifade biçimi olduğu kanaatindeyim. Bu yolculuğun bizatihi kendisi beni anlatıyor. Tarzınızdan ve ağırlıklı olarak seçtiğiniz edebi konulardan bahseder misiniz? Bunları resimlemek nerden aklınıza geldi? Şiirlerinizi resmetmeniz anlatımınıza nasıl bir boyut kattı? Şiirlerimde metafizik ve aşk, önemli rol oynuyor. Zaten, bu iki konunun birbirine özdeş olduğunu düşünmekteyim... Teknik anlamda Halk Edebiyatımızda çok kullanılan 6+5, 7+7 ağırlıklı hece vezinlerini kullanıyorum daha çok, belli bir biçim sınırlamam yok aslında, koşmadan sone’ye, serbest vezin ve biçime kadar şiirde anlatmak istediğim neyse ona göre bir biçim belirliyorum; belirliyorum derken bu kendiliğinden oluyor. Ben hala arayıştayım aslında bu anlamda ve yolun çok başındayım. Bu arayış, ben varoldukça devam edecek galiba... En “mükemmel” yoktur, ona yaklaştığınız oranda iyi işler ortaya çıkar. Bu sebeple “daha iyisi” daima mevcuttur ve peşine düşmeye değer açıkçası... Şiirlerimi resimlemek, zorlukların ve çaresizliğin yaratıcılığıma katkısı ile ortaya çıkan bir fikirdi. İş bulamadığım dönemde “sesimi ve birikimimi kamuoyuna duyurmak için bir şey yapmalıyım; ama ne?” diye kendime sorarken “şarkıların klibi olur da şiirlerin resimleri olmaz mı?” diyerek başladım bu işe... O zaman daha şu an hesamesi okunmayan 386 dx bilgisayarım var, DOS, Windows 3.1... Paint programı ile kırkı aşkın resim yaptım; bunlar arasında şiirsiz Bursa manzaraları da var... Her şiirin kendine has bir dünyası, bir arka planı, fonu vardır aslında... Okuyanın hayal dünyasına müdahale etmemeye olabildiğince dikkat ederek şiiri resmetmenin, hayli zor olması sebebi ile daha çok soyut anlatıma giderek resmin oluşturabileceği bu menfi tesiri hafifletme yoluna gittim. Aldığınız reaksiyonlardan memnun musunuz ? Beklentileriniz nelerdi? Şiirin şekle bürünmesi, bütün bunların yanında gerek benim, gerekse toplum için ilk defa denenen bir çalışma olması sebebiyle ilgi çekti, bir de resimlerin bilgisayarda yapılmış olması “teknolojiyle sanatın birleşmesi“ olarak görüldü. Sergilerime gelen insanlar, hem, naçizane, sanatımdan, hem de bir engelli olarak gayretimden çok etkilendiler. Benim tek beklentim, o dönemde daha evvel de söylediğim gibi topluma sesimi duyurup iş bulmaktı; sergilerimle sesimi duyurarak hem iş bulmuş, hem de topluma “doğru” mesajlar vermiş oldum. Bu da beni ayrıca memnun etti. Gelecekteki çalışmalarınız için neler söyleyebilirsiniz? Yeni kitaplar ve sergiler söz konusu mu? En başta belirtmeliyim ki, benim sanatsal iddiam daha çok edebiyat sahasında... Ama bunlunla beraber, ürettiklerimi daha çok insanla paylaşmak adına imkan bulabildiğim oranda, belki yeni çalışmalarımın da yer alacağı, farklı mekânlarda, farklı şehirlerde yeni sergiler açmayı düşünüyorum elbette... Esas olarak kitap konusu benim için çok önemli zira ilk kitabım “Issız Bir Sevdâ” bana çok şey kazandırmıştı. Fakat 1999 yılında dizgisinden kapağına kadar kendim hazırladığım “Gözlerinde Sevgi Buldum; Benim Mi?” adlı ikinci şiir kitabım, 4 yıldır sponsor bulamadığım için yayımlanamadı. Bir kitaplık daha şiirim biriktiği halde o basılamadığı için yeniye girişemiyorum. Hikaye ve denemelerim de var fakat onlar da aynı sebepten kenarda durmaktalar... Hikaye ve denemelerimde “bize benzeyen” bizim insanımızı anlatıyorum. Ayrıca, bir yayın organında hayata dâir güncel yazılar yazmak ta önemsediğim bir arzu benim için... Yurtdışındaki engellilerin yaşantısını da görme şansınız oldu mu? Türkiye’deki engellilerin koşulları ile ne gibi farklar gözlemlediniz? 2002 yılı Ekim ayında, 1994 yılında başkanı Sayın Kamile Erdemir vasıtası ile bana bir akülü tekerlekli sandalye getiren Türk-Alman Özürlüleri Entegrasyon Derneğinin 15. Kuruluş Yıldönümü Faaliyetleri çerçevesinde sözkonusu derneğin davetlisi olarak sergi açmak ve bir dizi şiir gecesine katılmak üzere gittiğim Almanya’nın Nürnberg şehrinde, orada bulunduğum iki haftalık süreçte, şehri ve orada yaşayan halkı engelliler açısından incelemeye gayret ettim. Şunu kabul etmeliyiz ki, orada oturmuş bir sistem var ve bilhassa bedensel engellilerin başat sorunları olarak bilinen, eğitim ve mimarî yeterlilik, en azından Nürnberg’de gördüğüm kadarı ile, problem olmaktan çıkmış... Asansörler büyük, asansöre ulaşmak merdiven tırmanmıyorsunuz, kaldırım geçişleri hemzemin, bir çok yerde engelli tuvaletleri mevcut... Durumu ne olursa olsun, her engelli kapasitesi oranında eğitiliyor. Sistemi tartışmak yerine, sistemi işler hale getirmek esas... Laf değil, iş üretmek meselesi yani... Ama bunlarla beraber, belki de kültürel bir özellik olarak herşey çok mekanik ve soğuk geldi bana... Oradaki ilk günümüzden itibaren gördüm ki, bir kere engelliler artık toplumca kanıksanmışlar, akülü araçla gezerken kimse “abi, bu neyle çalışıyo, benzinle mi?” diye sormuyorlar mesela... Ama akü bitince “itelim mi abi?” diye de kimse sormuyor. O da ayrı mesele... Onca mimarî rahatlamaya rağmen engellilerin toplumdan ayrı bir “sınıf” olduklarını görmek beni şaşırttı. Engelliler ve diğerleri, orada bir yaşama biçimi olmuş ve bu bana pek de hoş görünmedi. Bu, bence o toplumun mekanik düzeninin bir tezahürü... Evet, sistemleri sağlam ve insanlar hayat biçimleri ile sistemi işler kılıyorlar ama bizim Türklerle ilişkisi olanlar dışında insanlar ve onların oluşturdukları atmosfer soğuk... Yanısıra mesela orada düzenlenen şiir gecelerimden birine katılan engelli bir bayanın anlattıklarına göre, çalışan bir engellinin ücretinin bir miktarını çalıştığı kuruluş, kalanını ise devlet veriyormuş, ki bu bana çok ters geldi. Verilen mesaj hiç te hoş değil bence... Kadıncağız, iş yerindeki arkadaşlarının onu “hor görmelerinden” bile çok çekmiş, ki bu da beni şaşırttı mesela... Konu hakkındaki onca bilgisizliğimize rağmen, ben işyerimde bırakın hor görülmeyi, el üstünde tutuluyorum. Biz de sosyal yapı, yardımlaşma öznesine bağlanmış, orada kaba bir bireyciliğe... Hoş, biz de o yolda hızla ilerliyoruz ya, o da başka mesele... Orada kaldığım kısa süre içerisinde az veya çok, fiziksel, sosyal ve zihinsel kapasitesine göre engellilerin mutlaka çalışması öngörülüyor ve çalışıyorlar da fakat hem çalışırken, hem emekli olduktan sonra aynı işi yapan emsallerine göre maaşları çok daha az oluyormuş. Bu açıdan, bizde “iş bulabilirse” çeşitli vergi indirimleriyle birlikte engellilerin iş konusundaki durumları biraz daha iyi diyebiliriz. Bizim, bilhassa bedensel engelliler olarak, işsizliğin genel bir problem olduğunu düşünürsek iki büyük problemimiz var bence: Eğitim ve mimarî durum... Önce engelli insanlarımız vasıflı hale gelmeli ve getirilmeli, onlarla muhatap olacak olan toplumun diğer kesimleri “engelliye bakış” konusunda eğitilmelidir. Bu konuda herkese görevler düşüyor. Bizim insanî özelliklerimizin yanına eğitimi ve vatandaşlık bilincini katarsak çok şeyler başarılabileceğini sanıyorum. Engelliler hususunda son 15 yılda çok mesafe katedildi, ama daha çok yolumuz var. Eskiden “engelliler evden dışarı çıksın, sosyal hayata katılsın.” deniyordu; %100 olmasa da bu başarıldı kanaatimce, şimdiyse dışarı çıkan engellilerin dışarıda karşılaştıkları problemler gündemde... Çünkü, mesela bir rampayı oradan en çok günde bir kere geçen birinin talep etmesi başkadır; günün her saati oradan geçme ihtimali olan onlarca insanın talep etmesi başkadır. Birkaç kişi için kimse “kabartma harfli kitap” basmaz, ama sosyal hayatın her sahasında yer alacak görme engelliler, bu taleplerini elde etmede etkili olacaklardır. En basit örneği tekerlekli sandalyeler... 1984 yılında zar zor İstanbul’da iptidai bir atölyede sipariş verip haftalarca bekleyerek tekerlekli sandalye edinebiliyorduk; şimdi değil itmeli, akülü araçların envai çeşidi var. Neden? Çünkü, Türkiye’de engelliler, en azından genel anlamda, artık kararlarını verdiler: Biz bu hayatta, “herkes gibi” ve “herkesle beraber” yaşamak için varız ve hazırız. Bundan sonra mücadele, bunu inşa etmek, hayata geçirmek cephesinde olacaktır. Ne demiştik; “Savaşmaya Cesareti Olmayanın Zaferi Olmaz.” Bilgisayar programcısı olmanız iş yaşantınız için bir avantaj sağladı mı? Bilgisayar programcılığı bölümü bilinçli olarak seçtiğim bir bölümdü zira şöyle düşünmüştüm: Öyle bir mesleği seçmeliydim ki, fiziksel olarak beni zorlamamanın yanı sıra maddî anlamda hem tatmin edici, hem de tekerlekli sandalye üzerinde icra edilebilir olmalıydı. Açıkçası, ana-baba mesleği, öğretmen olmayı isterdim ama bunun icra edilebilirliği söz konusu değildi. Ben tahsilim sırasında bile okullarımızın mimarî yetersizliğinden çok çektim; değil ki öğretmen olabileyim... Bu açıdan programcılık, adeta benim için keşfedilmiş bir meslek... Oturarak icra edilebiliyor ve internet ve onun sağladığı son teknolojik gelişmelerle zaman ve mekan tanımıyor. Gerçi, şu an çalışmakta olduğum Bursa Büyükşehir Belediyesi Huzurevinde, teknik ve mevzuata dayalı olarak, mesleğin bu zaman ve mekan tanımazlığından faydalanamıyorum yeterince fakat yakın bir gelecekte bunun da mümkün olacağını düşünüyorum. Huzurevinde olmasa da belki başka bir yerde; kimbilir? Evde çalışma fikri, ciddi anlamda kafamda var. Kısa vadede mümkün olamasa bile uzun vadede bunun gerçekleşeceğini umuyorum zira hali hazırda bu tarz çalışan insanlar mevcut... Elbette piyasa tecrübesi çok önemli... Bu yüzden, kendimi yetiştirmeye gayret ediyorum. Bu sebeple kablonet aboneliği aldım evime... 2000 yılından bu yana php ve mysql ile uğraşıyorum. İçeriğinden kodlamasına kadar herşeyi bana ait bir web sitem var. (www.alpersirvan.com) Hiçbir şey birden olmuyor elbette... Zamanla her su, yolunu bulur, yeter ki ısrarla akmaya devam etsin.

TÜM RÖPORTAJLAR:

Yükleniyor...