Deniz Gökçe ile Söyleşi

Türkiye’de en çok konuşulan iki konuda otorite kabul ediliyorsunuz. Kamuoyu bunu öylesine benimsemiş ki, birini diğerinin önünde görmüyor. Hem ekonomist hem spor yorumcusu olarak bu saygınlığı ve güvenilirliği kazanmak zor oldu mu?

Deniz Gökçe: Ben batı eğitimi alma şansını yakalamış kişilerden biriyim. Standart Türk eğitiminden geçmedim. 1942 doğumluyum. O dönemde özel okullarda ya da yurt dışında okumak çok önemli aynı zamanda güç bir olaydı. Ailem bunu bana sağladı. İlkokul son sınıfı Almanya’da okudum. Alman Lisesi’ni bitirdim, Amerika’da master ve doktora yaptım. Yurt dışına dönük bir eğitim alınca görüyorsun bazı şeyleri. Spor dediğin şey Türkiye’de pasif olarak yapılıyor. Tribüne gidip bağırıyorsun. Bu spor değil ki. Standart bir Alman köyünde Pazar sabah 7 de başlar spor müsabakaları. İhtiyarlar maçı, biraz daha gençlerin maçı, juniorlar maçı vs. Sadece futbol da değil üstelik, hentbol, kayak, bisiklet... spor hayatın bir parçası. Sosyal etkinlik gibi, pul toplamak gibi. Gelir düzeyi biraz daha yüksek, sosyal yapısı oturmuş ülkelerde insanlar haftanın iki gününü hobilerine ayırıyor. Şimdi benim özel bir durumum vardı. Ben bir taraftan iyi bir öğrenciydim, bir taraftan da iyi bir sporcuydum. 8 yıl birinci ligde basketbol oynadım, Almanya’da futbol oynadım. Sporu 37 yaşında bıraktım. Ayrıca okumaya da çok meraklıyım. Basketbolun teorisini 30 ayrı kitaptan okudum. Yani hobilerimi inceledim, araştırdım, etraflıca öğrendim. Bazı yorum ve analizleri içgüdü ile yapmaktansa bilerek ve fizik kurallarıyla destekleyerek ortaya koyunca Türkiye için tuhaf bir durum oldu tabi. Medyadaki diğer yorumculardan farklı olmanızı da beraberinde getiriyor bu durum.. Medyada yapılan yorumlar eski futbolcu yorumlarıdır ki bir derinliği yoktur onun. ‘Ahmet attı, Mehmet tuttu, bizim aslanlar bunu yapmamalıydı’ gibi. Ben böyle şeyler konuşmam. Futbolun sistem yönünü vurgulamaya, analitik yönünü ele almaya gayret ederim. Herkes Ersun Yanal’ın psikolog ve bir sihirbaz olduğunu düşünür. Halbuki alakası yoktur. Bütün sporcuların bünyesinde 20 km koşuluyorsa bir maçta, bu enerjiyi nasıl depolarım diye çalışır. Bunun için de solunumu ayarlaması lazım, adalelerini tek tek incelemesi lazım. Onlara yaptığı bilimsel test ve analizlerden sonra uygun egzersiz programı uyguluyor. Sporcuların kollarında ölçüm cihazları oluyor idman boyunca. Bütün sporcuların bu ölçüm değerleri bilgisayara kaydediliyor. Her aşamayı gözlemliyor kısacası. İşte böyle baktığın zaman hobimle birşeyleri değiştirebilecek işler yapabilirim diye düşünüyorsun. Ciddi yapmaya başladığın zaman da dikkate alınıp popüler oluyorsun. Çok şanslıyım ben, hobisinden hem para kazanan, hem toplumsal fayda üretmeye çalışan biriyim. Ekonomi tarafı ise benim mesleğim. Bu alanda üniversite okudum, yurt dışında master ve doktora yaptım. 12 yıl boyunca Amerika’da idim. Hocalık yaptım. Kariyerimi bu alanda oluşturdum. Sonra 40 yaşında Türkiye’ye geldim. Ama kopmadım hiçbir zaman. Yani bunda bir sürpriz yok bu durumda onu demek istiyorum. Aldığım eğitim, her iki alanda da kendimi ifade etmem uygun olduğu için ben de bu şansımı kullandım.

Spor yorumculuğundaki yerinizi ‘taraftar yazar’ olmamakla bağdaştırıyor musunuz? Kulüp yazarı olmamanın dezavantajları da var mı?

Deniz Gökçe: Bu çok ilginç bir konu. Çünkü dünyadaki spor yazarlığı bizdeki gibi değil. Gelişmiş ülkelerden bahsediyorum. Futbol yazarlığı diye bir şey yok, atletizm de yazarlar, bisiklet de... Türkiye’de ise gazetelerde sporla ilgili alanın %95 i ni futbol ve futbolla ilgili yalan dolan haberler oluşturuyor. Temmuz – Ağustos aylarında gazete okumam. Millete ne gibi şeyler satabiliriz diye akşamdan oturulup haber üretilir. Bunun tek istisnası reklam alan sporlar. Mesela Formula 1 yarışları gibi. Çünkü o sigara reklamını alabilmek için o yarışı koyarlar gazeteye. Ayrıca Türkiye’de büyük kulüpler İstanbul’da toplanmış. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Efes Pilsen, Ülker.. Ama dışarıda böyle değil. Mesela Amerika’da New Jersey’de de güçlü bir kulüp var Seattle’da da. Nerede spor müsabakası varsa o yörenin yazarları ağırlıktadır o gün için. Gazetelerin de ulusal ve mahalli olanları var. Bizdeki ulusal nitelikteki büyük gazeteler, tirajlarının %70 ini İstanbul’da sattıkları için yayınlarında da İstanbul’a hitap ederler. İstanbul da üçe bölünmüştür, FB, GS ve BJK olmak üzere. Bu da beraberinde fanatikliği getiriyor. İngiltere’de yazarlar futbol maçına gittiği zaman bir Arsenal fuları, bir Totthennam fuları takıp gitmiyor. Gazeteci bir yargıç gibidir, yorum yapar, karar verir, savcı gibi itham eder..kötüydü, iyiydi, hakem şöyleydi... Hiçbirimiz yargıcın ya da savcının taraflı olmasını istemeyiz.

 Peki spordaki yargıcın taraflı olmasına neden izin veriyoruz?

Deniz Gökçe: Burada bir yaklaşım yanlışlığı var. Benim hikayeme gelince; 17 yaşına kadar herkes Fenerbahçeli olduğu için Galatasaray’ı tutuyordum. 17 yaşına gelince Bertrand Russell’in ‘nasıl mutlu olurum’ adlı kitabını okudum. Diyor ki: ‘Bazı değerler insana çevresi tarafından yüklenir. İnsan bu değerler bütününü olduğu gibi benimser ve daha sonra sorgulamaya başlar yavaş yavaş.’ İngilizler Waterloo Savaşı’nın kendileri tarafından kazanılmasının insanlık için daha iyi bir sonuç olduğunu savunur. Neden? Ya da bizler, ‘dedelerimizin dedeleri Viyana kapılarına dayandı’ diye övünürüz ama onlar Haçlı Seferlerini düzenlediği için çok kızarız. Tarafsız düşünmeye başladığın zaman her olayı daha rahat yorumlayabilirsin. Kulüp tutmak benim futboldan zevk almamı engelliyordu. Attım gitti ben de. O günden sonra takım tutmadım. Spor yazarlığı yaparken de avantaj sağlıyor bana. 150 metre ötede olan saha içi ufacık bir detay için fanatik duygularla ‘penaltıydı, fauldü’ gibi yorumlar yapmak zorunda değilim. Genel şablona bakarım. Bunun negatif etkilerini de görmüyor değilim zaman zaman. Çünkü taraftar kahramanlar görmek ister, onlara dokunulmasın ister. Sen tarafsız biri olarak bazı tespitlerinle onların kahramanlarına dokunduğun zaman kızarlar.

Mesleğinizin farklı olması spor camiası tarafından benimsenmenizi etkiledi mi? Nasıl adapte oldunuz ?

Deniz Gökçe: Ben 12 sene Türkiye’de yoktum. Tüm arkadaş çevremden falan da uzaklaşmıştım. O dönemde sadece Cumhuriyet gazetesinde basketbol yazıları çıkıyordu. Amerika’da istatistik yöntemlerini öğrenmiştim.Boğaziçi’li 3 öğrencim verdı. Onları maçlara götürüp istatistik tutturuyor, sonuçlara dayalı yazılar yazıyordum. Bu yöntemi Türkiye’de başlatan benim, 80’li yıllarda. 10 yıl kadar Cumhuriyet’te yazdım. Bu sosyal olarak ta çok maliyetli birşeydi benim için. Para alamadığım gibi kendim de masraf ediyordum. Artı, zamanımın önemli bir bölümünü ayırıyordum. 1990 dan sonra önce Nokta dergisi, sonra Sabah gazetesi, daha sonra Hürriyet, Yeni Yüzyıl, şimdi de Akşam gazetesinde bulunuyorum. Basketboldan futbola, daha sonra ekonomiye geçtim. Sonra hem futbol hem ekonomi birarada gitmeye başladı, TV programları derken bugüne geldim. Tabi bu, 20 yıllık çok hesaplı, planlanmış bir süreç. O noktaya çok zor geliniyor. 61 yaşındayım bugün geldiğim konuma 55 yaşında gelebildim. Artık tek maçlara ve kısa süreli sportif olaylara pek gitmiyorum. Daha uzun süreli organizasyonlara katılıyorum. Böylece ekonomiyle ilgili yazılarımı yazmaya da vakit oluyor.

Engelliler ve Medya hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Deniz Gökçe: Sadece basın değil, ülkenin genel tutumunu ele alalım. Ben ilk defa yurt dışına uzun süreli çıktığım zaman, ilk reaksiyonum şu oldu: ‘ Bu toplumda ne kadar engelli insan var? Sokakta, tramvayda... sonra düşündüm, ordaki engelli oranı bizdekinden fazla değil ki.

Aradaki fark ne sizce?

Deniz Gökçe: Orada toplum belli bir gelir düzeyine ve bilince ulaştığı için engelli insanlara daha geniş olanaklar sağlanıyor. Sosyal bir problem ile ekonomik problemlerin birarada çözümü sözkonusu Türkiye’de engelli büyük oranda ailenin kaderine razı olmak zorunda. Ailenin geliri ve bilinç düzeyi, eğitim seviyesi yüksekse, birtakım fırsatlar yakalanabiliyor. Değilse yatalaktır, evden çıkmaz. Toplumsal bakışı ve bilinci bir yana bırakalım, olayın bir de ekonomik boyutu var. Adam Sivas’ın bir köyünde ekmek parasını zor kazanırken, elektrikli sandalye doğal olarak programa giremiyor. Bizde de devlet 40 senedir yıkılmış durumda. Hiçbirşeye yatırım yapamıyor. Dolayısıyla engelli kişi perdenin diğer tarafında kalıyor, görünmüyor. İnsanlar olayları ancak birebir yaşadıkları zaman yakınlarında gördüğü zaman algılıyor. O zaman da sosyal ve ekonomik koşullar dahilinde o ortamı toparlamaya çalışıyorlar. Kurumsal, örgütsel bir çalışma olmuyor bu. Kim yükleniyor bu görevi, ancak gönüllü kuruluşlar. Onların da imkanları ortada. Yurt dışında bu kurumlar devletten çok ciddi yardımlar alıyor. Bizde ne oluyor ? Bireysel hikayeler ön plana çıkıyor. Benim bu konu ile ilk ilgilenmem ‘Başarılı Girişimci Ödülü’ adlı bir olayla oldu. Oraya Ereğli’de ki İsmail müracaat etmiş. Ben O’nun hikayesini okuyunca çok etkilendim ve hemen destek verdim. Ama bu desteğin kurumsal olarak nasıl yönlendirileceğini falan bilmiyordum. Tamamen bireysel bir girişimden öte gitmiyor doğal olarak. Bu da benim cehaletim. Yavuz Kocaömer ile arkadaşlığımız ilerledikçe ondan çok şey öğrendim. Bundan sonra da öğrenmeye devam edeceğim sanırım.

Münih’teki Avrupa Atletizm şampiyonasından sonra sizin engelliler ile ilgili bir yazınızı okumuştuk. Şimdi sırada Paris var. Engelliler sporunu yeterince takip ediyor musunuz? Türk basını neden sadece büyük organizasyonlarda yer aldığı zaman görüyor engellileri?

Deniz Gökçe: Engel çeşitli şekillerde oluyor. Sadece fiziksel engelli yok. Bir de sosyal engelli olma durumu var. Onların durumunu anlamak daha zor. Süreyya Ayhan’ı düşünün. Cumhuriyet tarihinin en büyük başarısına sahip. Süreyya Ayhan çıkıyor kendi kendine koşarak Türkiye rekorunu kırıyor ve olimpiyat barajını aşıyor. Atletizm yarışında kendi kendine koşmanın zorluğunu düşünebiliyor musunuz? Ankara’da Nejat Kök diye biri var ve Milliyet gazetesine bir yazı yazdı ‘Ayıptır’ diye. Tek başına koşarak barajı geçiyor ama olimpiyata katılabilmesi için Belçika’daki bir yarışa katılması gerekiyor. Ancak federasyon antrenörünü göndermiyor. Federasyon başkanı da Semra Aksu. Ben bunu okuyunca çok sinirlendim. Üstelik sporun bu kadar içinde bir insan olarak bundan nasıl haberim olmadı o da çok ilginç bir durum. Ama bizim milletimiz ne ile ilgileniyor? Kızın antrenörü ile ilişkisi varmış... Önce kendim yardım ettim bireysel olarak. Sonra gittim Akşam gazetesine ‘bu kızı olimpiyatlara gönderin’ dedim. Sydney Olimpiyat Oyunları’na katıldı ve sakat sakat koştu. Döndükten sonra da hep destek oldum. O’na benim gibi 2 yıl evvelden güvenmiş olmak önemli burda. Bunu yapan kişilerden biri de Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan idi. O’nun idmanlarda kırdığı rekorlar söyleyecek birini dahi bulamadığı dönemlerde yanında olmak çok ayrı bir şey. Antrenörü ile ilişkisi olduğu için hep saklanmak durumunda idi. Çünkü toplum bu tip şeyleri ciklet yapmayı sever. Bu da ayrı bir tip engel bence. Şimdi Avrupa Şampiyonu, Paris’te de Dünya Şampiyonu olacak Ağustos’ta. Ama medya yine ilgisiz ve sessiz. İşte bu örnekte olduğu gibien önemli unsur ‘güven’. Bunu kazandıktan sonra herşey başarılabilir. Yavuz’un yaptığı kurumsal çalışma doğru, ama benim ve tüm medyanın bu bilinci kazanması bir süreç meselesi sanırım. Medyayı bu bilince çekme konusunda sorun var zaten. Öncelikle medya patronlarını ve yöneticilerini o düzeye getirmek lazım. Muhabir engelliler müsabakalarının ya da organizasyonlarının haberini koyar ama tepedeki der ki; bu haber 50 gazete satar, Sergen Bodrum’da şunlarla geziyor haberi ve resmi 5000 satar. O halde onu koy. Zaman alan bir şey bu. Ayrıca bir noktayı da gözden kaçırmayalım, Türkiye 10 yıl önceki yerde değil bu konuda. Anadolu’da özellikle, engelliler düşünülerek yapılan çalışmalar göze çarpmaya başladı yavaş yavaş. Bu bilinçlenme her kesimde oluşacak. Engelli insanlarımız da dahil.

TÜM RÖPORTAJLAR:

Yükleniyor...