Hadi Çaman ile söyleştik

Sanat yaşamınızın 42. yılında kısa bir özet yapacak olsanız hangi evreleri ve projeleri daha önde, daha özümseyerek anarsınız?

Hadi Çaman: Evet, bu yıl 42. yılım. Yeditepe de 22 yılını doldurdu. Ben ve benim jenerasyonum, çok şanslı gençlerdik. Bizim mesleğimizin en özel yanı usta çırak ilişkisidir. Her ne kadar okumuş da olsan, Amerika’larda master yapmış da olsan yeterli değil. Bunlar çok önemli ama biz asıl sahnede alırız eğitimimizi. Asıl okulumuz bu bakımdan sahnedir. Bir de bizim mesleğimizde ‘ben oldum’ lakırdısı yanlıştır. Kendini bilen hiçbir oyuncu ‘ben oldum’ demez. Bugün bir Yıldız Kenter 50 yıllık oyuncu, hocamız, üstadımız, ablamızdır; bir oyun seçtiği zaman, o role hazırlanırken bir amatör gibi, bu işe yeni soyunan biri gibi heyecanlıdır, zaten heyecanlanmak da zorundadır. Aksi takdirde yeni birşeyler yaratılmaz ki. Yani biraz hekimlik gibi bu iş. Tamam Tıp Fakültesini bitiren kişi kartını bastırabilir doktor diye, ancak o noktada kalamaz. Çünkü tıp sürekli ilerleyen kendini yenileyen, zaman içerisinde yanlış şeyler yapıldığının da kabul edilerek düzeltildiği bir alan. Aktörlük ve tiyatro da bence öyledir. Yıllar önce yaptığın birşeyi çok parlak birşeymiş gibi düşünebilirsin ama zaman geçtikçe ve deneyim kazandıkça bir bakarsın ki o yaptığın eksikmiş. Sürekli araştırmak sürekli gözlemci olmak zorundasın. Ben 1962 yılında Dormen Tiyatrosu ile Kent Oyuncularının açtığı bir sınav sonucu onların kursiyeri oldum. O yılın sonunda, son oyunda Haldun Dormen beni oynattı ve profesyonel yaptı. 2 yıl sonra da Konservatuarı kazanarak bu kez Yıldız Hoca’nın öğrencisi oldum. O dönemde Hukuk da okuyordum ancak 3. sınıftan terkettim. Çünkü bizim mesleğimiz ucundan tutulası bir meslek değildir. Bileğinden yakalamak zorundasınız. İki iş birden olmaz. Bir hobi değil bu. O nedenle ben 42 yıl boyunca hiç es vermedim. Evvelki sene 40. yılımı kutladım. Dergide yer alması için Yıldız Hoca’dan da rica ettim benim için ufak bişeyler yazar mısın diye, o kadar güzel o kadar duygulu bir şey yazmış ki: ‘Sen Don Kişot’sun’ diyor, ‘savaş veren Don Kişot’sun’. Çok hoşuma gitmişti. Evet ben Don Kişot’um. Bu benim misyonum. Muhsin Ertuğrul’un çok güzel bir deyişi vardı: Bazı insanlar dünyaya çağrılı gelir derdi. Anadolu kökenli biri olarak bende bu mesleğe çağrılı olduğumu düşünüyorum. Hayatımda ‘ben’ demedim hep ‘biz’ dedim. Bir derneğimiz var, Özel Tiyatro Yapımcıları Derneği. Bütün abilerimin, hocalarımın mensubu olduğu bu derneğin başkanlığını yapıyorum. Çünkü ben çok koşuşturan biriyim, onlar önerdiler benim başkanlık yapmamı. Bu bizliği ordada sürdürüyorum ben. Bakanlar kurulunu basmak fikri falan hep bu yapımın ürünü. 15 bilemedin 20 dinazor kaldık bu işte. Dön arkanı bak bir tane genç soyunmuyor bu işe. Çünkü bizim neler çektiğimizi görüyorlar. Son 13 yıldır şu bulunduğumuz binayı bu hale getirene kadar inanılmaz zorluklar çektim. Ailemin bile canına okudum (yani maddi olarak). Bütün bunları ağlamak için anlatmıyorum aksine çok mutluyum. Çünkü aşık olduğum işi yapıyorum. Özel hayatımı dahi feda ettim. Evliliğim ancak 4 yıl sürdü. Allahtan bir oğlum oldu bu süreçte. Mesleğimle evlendim hep onunla dans ettim, ama kesinlikle ayağına basmadım o da benim ayağıma basmadı. Mesleğimiz onur veren bir meslek gurur veren bir meslek, ama acaba ülkemiz doğru bir ülke mi? Bu süreç sonunda geldiğiniz nokta, sizin sanat anlayışınız ve bakışınız açısından tatmin edici mi? Gençken yaşanan şeyler çok parlak gelebilir. Ama muhasebesini yaparsanız birçok noksan bulabilirsiniz. Şimdi şöyle algılamak lazım olayları. Bir oyun seçiyoruz, biz her oyunla nikahlanmak zorundayız. O duygunun seyirciye de geçmesi ancak böyle mümkündür. İşimize böyle baktığımız zaman mutsuzluk ögesi çok az olur yaşadıklarımızda. Utandığım hicap duyduğum şeyler yok geçmişimde. Çok gençler kazandırdım bu camiaya. Mesela Küheylan’da oynattığım Tolga Çelik bu gün en başarılı oyunculardan biri, Sevinç Erbulak’ı konuk ettim 3 ödül aldı bende iken. Yani gurur duyacağım çok şeyler oluyor burda. Ama beni en çok mutlu eden ve onurlandıran Şişli’ye, İstanbul’a böyle bir yapıyı kazandırmış olmak. Yanıbaşımızdaki eşsiz değere sahip, Osmanlı yapısı Teşvikiye Cami’i kadar kutsal bir yer burası benim için. Bir tek şeyin altını çizmek isterim: umarım devlet sahip çıkar ve bu yapı hep böyle kalır. Benden sonra da böyle kalır. Milli Eğitim’e ait izbe bir yerdi burası. Farelerin cirit attığı, altından su çıkan bu yeri hem de her yıl % 70 artırdığımız kira bedelinden tek kuruş düşmeksizin şu hale getirdim binayı. O nedenle oynadığım oyunlar, aldığım ödüller benim için burası kadar kalıcı değil. Hepsi güzel ama bu yuva, bu evlat daha başka.

Ülkemizdeki ‘tiyatro izleyicisi’ profilini nasıl buluyorsunuz?

Hadi Çaman: 60 lı yılların başında İstanbul’da en az 38-40 tiyatro perde açardı. Ama o zamanlar bu TV virüsü daha ülkemize girmemişti. İnsanlar tiyatroya tiyatro, sinemaya sinema, konsere konser diye bakardı. TV olayından sonra özellikle özel televizyonlar çıktıktan sonra o seviye öyle aşağılara indi ki, insanlar ekranda gördükleri abuk şeyleri arar oldu. Bir de bizim eğitim sistemimizde bir sakatlık var. ‘Milli Eğitim Bakanlığı’ değil ‘Milli Öğretim Bakanlığı’ olmalı o kurumun adı. Çünkü verilen şeyin adı eğitim değil. Eğitim sadece okullarda da verilmez zaten. 60 lı yıllarda 30 bin kadar sürekli izleyici vardı. Üstelik İstanbul’un nüfusu daha yeni 1, 1.5 milyon olmuştu. Bu 30 bin izleyicinin 20 bini azınlıktı. Ermeniler, Rumlar, Museviler. Ama biz onları o kadar hırpaladık ve üzdük ki, kaybettik. Şuna inanıyorum 60 lı yılların başında benim, Müjdat’ın, Ali Poyrazoğlu’nun falan yeni yeni parladığımız dönemlerde oynadığım seyirciye, Tel-Aviv’ e gitsek, Atina’ya gitsek eminim ki dolu oynarız. Onlar her oyuna gelirlerdi sahip çıkarlardı. Gerçek İstanbullular vardı o zaman. Şimdi burdaki 12 milyonun neredeyse tamamına yakınını Anadolu kökenli insanlar oluşturuyor. Bu bir kötüleme değil, bir gelenek, bir alışkanlık , bir yaşam tarzı. Biz Anadoluluların böyle bir alışkanlıkları gelenekleri yok. Olnlar için cazip hale getirememenin sıkıntısını yaşıyoruz. Bunda bizlerinde hataları ve eksiklikleri olabilir. Ama ne olursa olsun biz bir avucuz. Devlet bu konuda belirleyici olabilirdi. Her oynanan oyunu telif haklarını ödeyerek satın alsa sezon bittikten sonra da yayınlayıp bu tada herkesin varmasını sağlasa fena mı olurdu. Ama özel çekimler olacak tabi. İnsanlar tanımıyor tiyatroyu. Cem Yılmaz’la bizi karıştıranlar var. Kendi aralarında konuşan gençler vardı burada ben de duydum, ‘bu ay 1 kez tiyatroya gidebildim, sadece Cem Yılmaz’a’ dedi. Ben de döndüm ‘Hayır siz tiyatroya gitmemişsiniz, Cem Yılmaz’a gitmişsiniz dedim. Zaten o delikanlının da öyle bir iddiası yok. ‘Ben tiyatrocu değilim’ diyor kendisi.

Tiyatro emekçilerinin sıkıntıları hepimizin malumu. Devletin dışında, bu konuda kime, ne yapmak düşüyor?

Hadi Çaman: Şimdi yine de öncülüğün devlet tarafından yapılması gerekiyor diye düşünüyorum. Diyelim kurumlar vergisi için öyle bir madde konur ki, eğitime kültüre yatırım yapan büyük şirketlere, kurumlara : Sen şu işi üstlen, 25 yıl vergi indirimi uygulamasından yararlan, veya ödeme... denir. Özendirici birşeyler gerekir. Bir iki tane kuruluş var yok değil, Akbank Sanat Merkezi var, İş Bankası birşeyler yapıyor. Ama bu işlere bel veren bir kuruluş var o da Efes Pilsen. Benim tiyatroma, diğer birçok özel tiyatroya, hatta zaman zaman Devlet tiyatrolarına da sınırsız desteğini esirgemiyor. Bizim bütün basılı malzemelerimizin ve ilanlarımızın masrafını Efes Pilsen karşılıyor. Geçen yıl bana ayırdıkları bütçe, devletin verdiğinin iki katıydı. Üstelik öyle vergi indirimi falan uygulansa adamlar daha büyük yatırımlar yapacak demekki. Örneğin Ak-Sanat ve İş Bankası her ay birer dergi yayınlıyorlar. Buraya da getirip bırakıyorlar paketler halinde. Bizim çocuklar dağıtacak. Ben de telefon açtım Ak-Sanat taki bir hanımefendi ile konuştum. ‘Başımızla beraber, biz size her zaman yardımcı oluyoruz olmaya da devam edeceğiz. Özel tiyatroların sıkıntılarını biliyorsunuz. Siz de bu dergilerden binlerce bastırıyorsunuz, hiç olmazsa son iki sayfasını bizlere ayıramaz mısınız? Bir çizelge şeklinde şu tiyatroda şu oyun var diye bilgilendiremez misiniz insanları? ‘Ne güzel fikir ama biz buna karar veremeyiz, yöneticilerimizle bir görüşseniz’ dedi. Birazdan yöneticilerini arayacağım. Benim sana katkım oluyor, senin de bana olsun işte. Üstelik bizim rakibimiz durumundalar. Silahlarımız da eşit değil. Ama nedense ‘ben’ demek daha kolay.

Oyunlarınızda engelli seyircilere rastlıyor musunuz? Çünkü engellilerin en büyük sorunu olan mimari koşullar maalesef tiyatro salonlarında da büyük bir engel teşkil ediyor. Salonların seçiminde ya da adaptasyonunda engelliler göz önünde bulunduruluyor mu?

Hadi Çaman: Bizim salonumuz çok uygun. Ayrıca engelli derneklerine ve topluluklarına kapımızı hep açtık. Burada gösteri bile yaptılar. Bizim dışımızda AKM, Taksim Sahnesi filan da uygun sayılır. Özel Tiyatroların içinde binası kendine ait olan bir tek Kenterler var. Yemediler içmediler 35-40 sene evvel, borç harç, koltuk satarak filan, bir abide kazandırdılar İstanbul’a. Bak Şükran Ağabey gitti. Yıldız Hoca 75 yaşında, Müşfik Ağabey 72 yaşında... İstanbul’umuza kalacak bu güzelim bina. Geri kalan bütün tiyatrolar nerde salon buldularsa orda oynuyorlar. Nisa Serezli , Tolga Aşkıner pırlanta insanlardı, ama nerde boşluk varsa oynuyorlardı. Bu işlere soyunan kalıcı birşeyler yapmak isteyen insanlar da hep ürkek davrandılar. Benim ise atak bir yanım var. Çırpındım ve sonunda burayı yarattım. Onun için bu konuda bizlere çok kızmayın ne olur. Erkan Mumcu’nun bir projesi varmış, devlete ait kullanılmayan binaları kültür merkezi haline dönüştürerek, salon sıkıntısı olanlara cüz’i meblağlarla kiralamayı öneriyor Başbakan`a. Bu arada sponsorluk yasası da gündeme geldi tabi. Biz daha önce Gencay Hanım mecliste iken bir yasa çıkarılmasını sağlamıştık ama o gelirler vergisi kanunu olarak çıktı. Hayır Kurumlar vergisi olacakmış. Biz bilmiyoruz meclistekiler hiç bilmiyormuş demekki. Nerden nereye geliyoruz yine devletin önderliğinde olması gerekiyor bunlar. 10 tane olduğunu düşün bu salonlardan, 1 ay Kadıköy’de, 1 Ay Levent’te, 1 ay Aksaray da orda burda oynama imkanı olsa tüm oyunlar izleyicinin de ayağına gitmiş olur.Ya devlet, ya da yerel yönetimlerle olur bu ancak.

Son olarak diğer sanatsal çalışmalarınızdan da bahseder misiniz? Örneğin Güzeltmek...

Hadi Çaman: Benim kalemim çok güçlüdür. Yazmayı insanlara o şekilde ulaşmayı çok severim. En azından 3 büyük oyunum var oynanmış. 6-7 tane çocuk oyunum var bir de anılarımı yazdım Güzeltmek adıyla. Gelecek yıl onun devamını çıkaracağım. Ayrıca 2004 te sahneleyeceğimiz Son Perde adlı oyun var onu yazmaya devam ediyorum. Çok seviyorum yazmayı.

Sizin eklemek istediğiniz şeyler var mı?

Hadi Çaman: Hep altını çiziyorum: Bir Kültür politikamız yok. Bunu oluşturmak lazım. Bizler azaldık, siyasi partilerin sayısı bile bizden fazla artık. Ama hiçbirinin programında sanata ve sanatçıya yer yok. Bu bence bazı şeylerin de göstergesi aynı zamanda.

Çok teşekkür ederiz hoşsohbetiniz için.

Hadi Çaman: Ne demek... Ben teşekkür ediyorum...

TÜM RÖPORTAJLAR:

Yükleniyor...